KORKUTELİ HABERLERİ TÜMÜ
USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

 AHİ EVRAN VE MEVLANA MÜCADELESİ

13-09-2022

 AHİ EVRAN VE MEVLANA MÜCADELESİ (İktibastır)

Tarihin katmanları arasında dolaşırken yüce Kur'an’da ifade edilen Ashâbu’l-Karye, Sebe Kavmi (Seylü’l-Arim), Ashâbu’l-Cenneh  (Bahçe Sahipleri), Ashâbu’s-Sebt, Ashâbu’l-Uhdûd, Tübba Kavmi, Ashâbu’l-Fîl gibi birçok farklı kavmin nasıl helak edildiği bahsi geçer. Helak edilen bu kavimler, Allah'ın emirlerine ya kesin ve net bir şekilde karşı gelmişler ya da Allah'ın gücü ve kudretini kendilerine denk görüp ilahlık taslamaya kalkmışlardır. Neticede yapılan ilahi ikazlara ve uyarılara rağmen söz dinlememişler Reptisatanik/İblisyanik varlıkları kendilerine rehber ve tanrı edinmişlerdir. Yüce Allah'ın kanununu ihlal edip; azgınlıkta ve bozgunculukta sınır tanımamış, ilahlık iddiasından tutun da peygamber katline kadar işi çok ileri derecelere kadar götürmüşler ve neticesinde de gazaba uğrayıp yok edilmişlerdir. Tabii Hz.Muhammed’in (Sav) İslamiyeti tebliği ve Kur'an’ın nüzulünden önce ve sonra yoldan çıkan kavimler noktasında, Yüce Kur'an ders ve öğüt olabilecek nitelikte Hud Suresi 57. Ayetinde Hud peygamberin dilinden bizlere şöyle seslenir: “Söylediklerime aldırmaz, güç ve iktidarınızı kullanarak halkı istediğiniz istikamette yönlendirirseniz, Allah'ın azâbından kurtulamazsınız. Ben size özgürce tebliğe memur olduğum dini tebliğ ettim. Rabbim dilerse sizin yerinize başka bir kavmi getirir. Ona hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Rabbim her şeyi denetlemekte, kaydetmekte, koruyup kollamaktadır.”  mealinde bir ayet ile insanlığı ve ümmeti ikaz etmektedir.
İşte zaman ve tarih bizi bu ikazlara çerçevesinde 13. yüzyıla kadar getirmektedir. Bu yüzyılda İslam dünyasına ayetin söz konusu ettiği perspektifle ve teville bakarsak hemen hemen tüm müslüman coğrafyasında İslam'ın varlığının özünü oluşturan sosyal adalet ilkesi ile birlikte dinde bozgunculuk ve toplumun zihinsel dokusundaki bir bozulmadan söz edebiliriz. Müslüman dünyasındaki iktidar ve taht kavgaları sonucunda iyice bozulan sosyal, siyasal, dini hayat yozlaşmaya başlamıştır. Özellikle Hint-İran coğrafyasında başta İsmailliyelik ve Hassan Sabbah örneğinde olduğu gibi, gnostik/batıni tarikatlar türemiştir. Hinduizm ve Budizm mistik anlayışı İslamın içine monte edilmiş, siyaset, suikast, zorbalık toplumun ahlaki/dini dejenerasyonunu arttırmıştır. Binlerce yıldır Allah'ın peygamberlerini katleden, Kitaplarını tahrif eden, şeriatını bozanlar Mecusi Kisracılığın Hululculugunu maharetli bir Judik Kriptoculuk eliyle ve de Persiyanik kibirle birleştirip yavaş yavaş İslam'ı içine zerk etmişlerdir. Özellikle Hint-İran coğrafyasında bir çok kişi rahmani sandıkları bu iblisyanik fısıltıları ve iblisin ifsad esaslarını İslami figürasyonlara evriltmede de mahir olmuşlar ve bu maharetleri hat safhaya çıkmıştır. Şöyle desek yeridir; Arab’ın İslamı, Acem’in İslamı, Hint’in İslamı neredeyse herkesin bir İslamı vardır .. 
Siyasi durum açısından da özel olarak konumuzun gereği olarak Anadolu'ya odaklanır ve kısa bir özet geçersek; Anadolu,13.yüzyılda iliklerine kadar hissettiği bir Moğol istilasıyla karşı karşıyadır. Asya'nın bir ucundan diğer ucuna kadar olan coğrafyada bir savaş makinesi her yeri yakıp yıkıp geçmektedir. Bu durumdan Anadolu halkı ve Anadolu Selçuklu Devleti de nasibini almıştır. Hülagü ve askerleri Doğu Anadolu'dan giriş yaptıkları andan itibaren büyük katliamlar yaparak ilerlemiş ve başkent Konya'ya girmiştir. Erzurum, Erzincan, Sivas, Kayseri’de yaşanan katliamları tarihin sarı sayfaları detaylıca anlatmaktadır. Anadolu Selçuklu Devleti, Moğol savaş makinesinden nasibini almadan önce Alaaddin Keykubat zamanında en parlak devrini yaşamıştır. İlmi, iktisadi, siyasi bütünlüğünü sağlamıştır. Sultan Alaaddin’in bu bütünlüğü tesis etmesinde de en önemli yardımcısının Ahilik Teşkilatı olduğu bilinmektedir. Özellikle Ahilik gibi sosyal ve ekonomik bir yapı, halkın ve devletin bekası için önemli ve isabetli bir yaklaşım olmuştur. Ayrıca Anadolu Selçuklu Devleti için de önemli bir kazanım olmuştur. Zanaatkarlar ve tüccarlar aracılığıyla gelişen ticaret devlet ekonomisine de önemli bir katkı sağlamıştır. “Ahilik”in temelinde var olan fütuhat ruhuyla siyasal ve sosyal kaynaşma sağlanmış, Anadolu İslamı denilen cevheri zenginleştirmesine sebep olmuştur. Bu cevherin temelinde de Horasan Erenleri denilen; fütuhat ruhuyla hareket eden dervişler etkin ve etken olmuştur desek yeridir. Fakat Alaaddin Keykubat'ın oğlu Gıyasettin Keyhüsrev’in babasını öldürüp tahttan indirmesi ile Ahilerin ve Türkmenlerin devlete karşı tavrı değiştirmiştir. Türkmenlerin Farisi etkisindeki Selçuklu idaresince dışlanması, ötekileştirilmesi, entellektüel birikimden yoksun ve nerdeyse hiçbir şey bilmeyen cahiller konumunda görülmesi ve Türkmenlerin bu bağlamda muhalif tavırlarından dolayı baskı ve çeşitli zulümlere maruz kalmalarına neden olmuştur. Ahilerin ve Türkmenlerin, Farisi etkisindeki siyasal mekanizmadan rahatsız olmaları bu açıdan doğal desek yeridir. Anadolu Selçuklu Devletinde oluşan bu Persiyanik  elitist  oligarşinin  zamanla Türk ve ona ait olan değerleri aşağı ve hor görmeleri; Farsça yazıp çizip, konuşmanın elitlik olarak algılanması; Türk ve Türkmen olmanın neredeyse bir suç olduğu algısının yaygınlaşması devletin kurucu ve ordunun esas dinamiğini oluşturan Türkmenleri ciddi anlamda rahatsız etmiştir. Bu minvalde Anadolu Selçuklu üzerindeki bu Pers etkisini kırmanın yolu olarak ilk örnekleri Azerbaycan'da ortaya çıkan Ahiliğin Anadolu'ya transferi ile sosyal, siyasi, dini, iktisadi hayatta yaşanan Farisileşmenin önüne geçilmeye çalışılmıştır. Açıklaması gayet basit olan bir hadise diye geçiştirilebilinir belki de bu konu; ama kanaatimizce “Persiyanik  Kisracılığın ve  Huccetiyeci Mesiyanik Mehdiciliğinin, Hululiyetcilik anlayışının, Kripto Judik bir temelde  Hinduist/Budist mistik felsefesinin, iblisyanik sızıntı din mensupları aracılığıyla ve Pers  kültürel kibirini de kullanarak İslamiyet'i dejenere ve yok etme çabasıdır desek yeridir. Tabii genel olarak devlet kurmuş Türk boylarından farklı olarak; Oğuzluların Kınık boyundan olan Selçuklular, kadim Oğuz töresine göre; devleti kuran değil kuranlara destek veren vazifesi olan bir boydur. Bir yerde töreye aykırı hareket ettikleri söylenebilir. Hakimiyet ve dolayısı ile hanedanlıklar kurmuş tüm bozkırlılar gibi Selçuklularda zaman ve zemin faktörüyle Pers/Fars kültürünün etkisi altına girmişlerdir. Tarihçiler, “Gazneliler, Selçuklular ya da İlhanlılar bu durumdan vareste değildir” diye ifade etmektedir. İran’ın içlerine kadar etki eden ve baskı kuran Selçukluların ilk dönem isimlerinde Türklerin geleneksel isimlerini görmek mümkün iken; Tuğrul, Arslan gibi, belli bir dönem sonunda Pers geleneklerinin ve fars dilinin etkisi altına girdikleri aşikârdır. Özellikle Anadolu Selçukluları döneminde bu durum zirve yapmaktadır. Tahta çıkan Selçuklu sultanları Türk veya Arap isimleri almak yerine ilkçağ Pers mitolojisinden tutunda Sasanilere kadar olan tarihinde içinde olduğu bir mecradan gelmekte olan isim ve sıfatları kullanmayı tercih etmişlerdir. Bu öyle bir hal almıştır ki sonunda Keyhüsrev, Keykubad, Keykavus gibi isimler kullanmaya başlamışlardır. Firdevsi'nin Şahname adlı eserinde geçen mitolojik karakterlerin isimleri ve sıfatlarını kullanan Anadolu Selçuklu sultanlarının nasıl bir Fars etkisi altında oldukları açıkça görülmektedir. Bu isimlerde görülen "Key" ön takısı Şehname’de geçen mitolojik bir hanedan soyu olan Keyanilere atıftır. Selçuklu sultanları da köklerini bu hanedana bağlama amacıyla bu isimleri taşırlar. Peki söz konusu durum Osmanlı için geçerli midir? Osmanlı'nın kurucusu Kayı boyu için durum biraz daha farklıdır. Çünkü geçiş yolları halihazırda Selçuklular tarafından açıldığı için İran içinde durmadan Anadolu'ya geçerler ve Pers etkisi onlar üzerinde bu derece hissedilmez. Anadolu'ya girdikleri dönemde dahi Türk isimlerini büyük oranda korumaktadırlar. Osmanlı'nın kuruluş aşamasında ise Ahi Evran’ın talebeleri olan Şeyh Edebali, Hacı Bektaş-ı Veli gibi isimlerin şeriatta Horasan/ Yesevi Meşayıhlığının , akaidde Eşari/Maturidi akılcılığının, uygulama da ise Ahilik Teşkilatı pratiğinin  çok büyük etkisi, katkısı ve faydası olmuştur. 
Şimdi gelelim Ahi Evran ve Mevlana mücadelesine; Bu ikilinin mücadelesinin temelinde ki esas sebep; Varlık felsefesi üzerine yapılan münazaralara dayanmaktadır. Mevlana ve geldiği ekol; varlığın, yani tanrısal varlığın kavranmasında sezgileri önemserken, Ahi Evran ve geldiği ekol; tanrısal varlığın akıl yoluyla bulunabileceğini savunmaktadır. Yani kısaca Akılcıların ve Sezgicilerin kıyasıya bir mücadelesiyle karşılamaktayız. Dönemin siyasi ve sosyal istikrarsızlığının etkisi ile dini ve mezhebi grupların çekişmesi had safhaya ulaşmıştır. Hatta “Batinilik” gibi akımlar o kadar büyümüştür ki; İslamın akidesinin bozulmasına varacak seviyede tehlikeli bir durum ortaya çıkmıştır. Tüm bu bozulmalarla birlikte değerlendiğimizde Ahi Evran-Mevlana Mücadelesi 1243 yılında Kösedağ’da Anadolu Selçuklu Devleti'nin Moğollar karşısında yenilmesi ve Anadolu'nun işgal edilmesi ile başlar. Moğol istilasına karşı Ahi Evran gibi (Hace Nasireddin Mahmud Hoyi) kurt bir devlet adamının boş durması düşünülemez. Çünkü Ahi Evran, Horasan Yesevi Ocağından beslenen Fahreddin-i Razi’nin talebesidir. Burada iki kritik nokta vardır;
-Bunlardan birincisi; Harzemşah Devleti Hükümdarı Muhammed Harzemşah'ın Fahreddin-i Razi'nin akılcı fikirlerini kabul edip, resmi devlet ideolojisi olarak benimsemesidir ki bu dönemde Mevlana'nın babası olan Baha Veled ile Razi'nin fikirleri birbiriyle çatışıyor hatta kavga derecesine kadar geliyordu. Razi'nin fikirleri; aklı esas alan, varlığı akıl ve bilim yoluyla kavramayı esas alan insanın hayatın içinde olması gerekliliği üzerinde duran, insanın varlığın bir parçası olmadığı, yaratıldığı ve bu yaratılış gerçeği ile verilen akıl ve bilinç nimetinin insanı hayvandan farklı kıldığı, bu sebeple iman esasları ile aklın yolunun bir gitmesi gerekliliği üzerinde tesis ettiğini söyleyebiliriz. Akılcılar, insanın hayatın içinde olması, çalışması, emek ve güç sarf etmesi gerekliliğini dile getirir. Sezgicilerin yani Mevlana'nın tarafı olduğu ekolün ise; akla gerek olmadığı, kısaca insanın Allah'ın yarattığı olmakla beraber tanrısal varlığın insanın içinde olduğu, hatta insanın tanrı olduğuna varacak kadar ileri ve imani esasları ters yüz eden bir yaklaşımda oldukları aşikârdır. Öyle ki aslında insanın iyi, kötü ne yaptıysa bunu kendisinin yapmadığı tanrısal varlığın yaptığı, bu yüzden insanın mesuliyetinin olmadığı, eğer insan şarap içerse aslında insanın değil tanrının içtiği, yani aslında kişi kendi iradesiyle günah işlememekte haşa insana Hulul etmiş İlahi öz işlemekte bu sebeple günah sevap gibi kavramların sadece aşağı bir bilinç seviyesinde tekamülünü tamamlamamış kişiler için geçerli olduğunu, ilahi özü gören hissedenler için bunların olmadığı gibi fikirleri vardır. Hatta bu duruma bir örnek olması bakımından İlahi edep açısından, hikayenin detaylarına girmeden Şems ve Mevlana arasında geçen bir diyalog da Şems çadırında olanın Kimya Hatun değil (Haşa) Allah'ın kendisini çok sevmesi sebebiyle Kimya Hatun şeklinde çadırına geldiğinden söz eder. Hulul ettiği yani Allah'ın cisimlere nüfuz etmesi ve onlarda bir takım ilahi kudretlerin ortaya çıkması diye özetleyebiliriz. Yine bir başka deyişle; insan rüya, ilham, içe doğuş veya halüsinasyon gibi tamamen kişisel veriler ile Allah'ın varlığı ile buluşmada diyebiliriz. Ne kadar tanıdık geliyor değil mi? Rüya, ilham ve içe doğuşla kendisine kitap yazdırılanları, insanlara ne yapmaları gerektiğini söyleyenleri ve yarattıkları zombileri hatırladınız mı? Senin iraden yok ki sen mesul olasın! Her şeye nüfuz etmiş bir ilah var, bir de onun yeryüzünde en çok irtibat kurduğu seçkin ruhbanikleri. Bu, İslam'a monte edilmeye çalışıldı. Ne yazık ki edildi de. 
Buradan yola çıktığımızda, tarihsel süreçte dönemin en güçlü devletlerinden Harzemşah devletinin  akaid mezhebi  olarak Eşari/Maturidi ekolünü kendisine resmi olarak kabul etmesi ile Mevlana'nın babası Baha Veled gibilerin Harzemşah Devletinde barınamadığı görülmektedir. Anadolu’ya doğru hareket etmiş olan Baha Veled’in Anadolu da başlarda tutunamadığı ilerleyen vakitlerde kendisine taraftar topladığı ve bu zaman zarfında oğlu Mevlana'nın küçük bir çocuk olduğu ve tüm bunlara şahit olduğunu görüyoruz. Bu zaman zarfında Anadolu Selçuklu Devletinde Ahilik'in Anadolu'yu irşat ettiğini görüyoruz. Bu irşat çerçevesinde insanın tanrısal varlığı akıl ve bilim yoluyla bulabileceğini, insanın, emeğinin ve çalışmasının gerekliliğini anlatan Ahi Evran, kitaplarında ayrıca "İnsanın  ruhunda nazarî/teorik ve amelî/pratik güçler bulundurduğunu bu iki gücün birlikteliği ve bilimde oluşan ruhtaki irade ve kudretin pratik gücü meydana getirdiğini, bu gücün iş ve üretime yönlendirilmesinin şart olduğunu savunmaktadır. Anadolu'da Ahi teşkilatının kuruluş amaçlarından biri de bilimi çeşitli zanaat/sanat alanlarında uygulayarak toplumu yararlandırmak ülküsüdür. Yani bir başka deyişle; insanın elinin emeğini yemesi gerektiğini, kendi emeği ile geçinen kişinin iradesini daha rahat kullanacağını, birçok tarikat ve mezhebin yönlendirdiği zihinsel ve fiziksel miskinlikten uzak durulması gerektiğini, Kur'an-ı Kerim'in “Akletmez misiniz” emrinin gereği, insanın kâinatı akılla kavrayacağını, eğer kişi illa ki bir mürşit ararsa mutlaka ama mutlaka o mürşidin veya postnişinin kendi elinin emeğini yemesi gerektiğini, ilim meclisinde konuşan kişinin veya kişilerin posttan kalkıp aksiyonel olarak fiziki ve bedeni olarak çalışması gerekliliğini, irşadın hiç durmaksızın devam eden bir vazife olduğunu bu yüzden yeryüzünde Kur'ani bir emir olan “ifsadı durdurmak” için mücadele gerektiğini ifade eden ekolün temsilcisidir. İslâm dünyasında daha öncede mevcut bulunan, cömertlik, mertlik, mürüvvet mânâlarına gelen ve güzel ahlâkın en yüksek mertebesi şeklinde bilinen “fütüvvet teşkilâtı” ile Ahi Evran'ın nasihatlarından Ahi  teşkilâtının umdeleri, şartları ortaya çıkmıştır. Bir başka örnekte; Ahi Evran Ahiler'ine şunları tavsiye eder;
"Ahi ve şeyh helâlinden kazanmalıdır. Teşkilât mensuplarının hepsi zanaat/sanat sâhibi olmalıdır. Cömert olup yoksullara yardım etmelidir. Alimleri sevmeli, gereken hürmeti göstermelidir. Namazlarını zamanında kılmalı, kazâya bırakmamalıdır. Alçak gönüllü olmalı, fakirleri sevmelidir. Nefsine hâkim olup, haramlardan kaçınmalıdır. Beylerin, zenginlerin kapısına gitmemelidir." der ve devam eder;
Bir Ahinin üç şeyi açık olmalıdır:
1) Cömert olup eli açık olmalı, fakat israf etmemelidir.
2) Misafire kapısı açık olmalı, gelene ikramda kusur etmemelidir.
3) Sofrası açık olmalı, aç gelen tok döndürülmelidir.
Üç şeyi de kapalı olmalıdır:
1) Gözü; harama ve başkasının ayıbını görmeye kapalı olmalıdır. Kimseye sû-i zan etmemeli, yabancı kadına, kıza ve başkasının bakması haram olan yerlerine bakmamalıdır.
2)Dili bağlı olmalı, kimseye kötü söylememeli, lüzumsuz yere konuşmamalıdır.
3) Beli bağlı olmalı, kimsenin namusuna, ırzına, haysiyet ve şerefine göz dikmemelidir.
"Hak ile sabır dileyip bize gelen bizdendir. Akıl ve ahlâk ile çalışıp bizi geçen bizdendir." diyen Ahi Evran çok yönlü ve ulu bir şahsiyettir. Bir yanda Türkmenleri teşkilatlandırırken bir yandan kadılık yapmış, diğer yandan sarayda ilim öğretmiş ve hatta günümüzde Adalet bakanlığı olarak adlandırılan yüksek derecede devlet hizmetlerinde bulunmuş iken, bir diğer yandan da “debbağlık” gibi zanaat ile uğramış bu da yetmemiş “Tababet” ilmi ile iştigal etmiş. Yılan zehrinden ilaçlar ve panzehirler üreten çok yönlü bilgin ve alim bir şahsiyettir. Evran ismi de yılan, ejderha manasına geldiğinden buradan gelmektedir. 

Ahi Evran Selçuklu Devleti’nin yıkılmaya yüz tuttuğu dönemde Türkleri teşkilatlayarak Moğollara karşı fiilen savaş vermiştir. Şunu da belirtmekte fayda görüyoruz. Harzemşah Devletinin yıkılması Anadolu Selçuklu Devleti'nin sonunu hazırlamıştır. Moğolların casusluk ve ajan provokatör faaliyetleri sonucunda iki Türk ve müslüman devleti birbirine girmiş, neticesinde Harzemşah devletinin yıkılması ile sonuçlanmıştır. Anadolu Selçukluları ile Moğollar arasında artık bir tampon devlet yoktur. Moğollar tüm bu coğrafyada ajan provokatör olarak en çok Farisileri kullanmışlardır. Farisiler her ne kadar kültürel olarak coğrafyayı etkileseler de Türkler karşısında güçlü bir siyasal yapı tesis edemediler. Bu sebeple Persiyanik sızmacılığı Kripto  Mecusi Kisracılığın kalıntıları, Judaik Hotoristler ile bir yandan Hululcu Batinileri diğer yandan da Şuubiyeci, Huccetiyeci  Mesiyanik  Mehdiciliğini, Hunduistik ve Budistik zerklerle fermante edip İslam'ın ikinci koşusu denilen “Fütuhat Ruhu’nu” yok etmek amacıyla Moğol savaş makinesinin önüne attılar denilebilir.
Son kertede babasını öldüren ya da öldürten Gıyasettin Keyhüsrev Farisi etkisinde olan bir sultandır. Sultan Alaadin'in onca başarısına rağmen hangi manipülasyonla Harzemşahlarin yıkılışında etkili olduğunu düşünmek lazım. Burada Batıni, Farisi/Judik Kripto Sezgiselliğinin etkisi yok denemez kanaatimizce. Gıyasettin Keyhüsrev zaafiyetleri, afyonla tütsülenmiş Farsça beyitlerin majik etkisiyle, Pers mitoloji hikayelerindeki dilberlervari ajan kadınların faaliyetleri ile babasını öldürmesi sonun başlangıcı oldu desek yeridir.
Tüm bu olanlar içinde dikkat etmek gerekirse, zihnimize hep bir Mevlevi sevecenliği pompalandı yüzyıllardır. “Otoriteye karşı gelinmemesi gerektiğini”  tavsiye eden Mevlana'nın bu sözleri hiç yabancı gelmiyor değil mi? Mevlana'nın Moğollardan tahsisat aldığı yani ödenek aldığı bilinen bir gerçektir. Yine  Moğollar tarafından Anadolu şeyhlerinin başı ilan edildiği. Bir bakıma Türkten ve Türk'e ait her şeyden nefret ediyor neredeyse.
Kaynaklarda hiçbir bir zaman Mevlana Celalettin’in, Moğolları müşrik olarak nitelendirmediği görülmektedir. Onları Tanrı’nın ordusu olarak  görmek gibi bir tutumu vardır. Ahi Evran, Babailerin para ile kiralanan Haçlılar tarafından katledildiklerini görmüş buna karşı mücadele etmişken, Mevlana ise duymuş, aldırmamıştır.
Mevlana’nın Moğol yandaşlığı o kadar ileriydi seviyedeydi ki, Moğolların Anadolu’da yapmış oldukları zulmü bizzat gören Dördüncü Ruknettin, anında Moğollara cephe almış, bu nedenle Türkmenlerden, bir ara Kırşehir’de kadılık da yapan Baba Merendi’yi kendine danışman edinmişti. Baba Merendi ve müritleri Dördüncü Ruknettin’i alkışlarla karşılamış, ona destek vereceklerini vaad etmişlerdi. Bu durum, Mevlana Celalettin’i gücendirmiş, Ruknettin’e ithafen “Öyle ise biz de başka birini kendimize oğul ediniriz” demişti. Nitekim bu olaydan çok geçmemiş, Pervane Süleyman ve Tacettin Mutez’in Moğollarla anlaşması ile Dördüncü Rükneddin de öldürülmüştür. Bu işin içinde Mevlana’nın olma ihtimalinin yüksek olduğu kanaatindeyiz. . Mevlana'nın müridi Ahmet Eflaki’ye göre, bu ölümlerin, işgalin ve zulmün sebebi gayet basit: ”Selçuklu sultanlarının Türkmen ileri gelenlerine değer vermiş olması ve bu nedenle Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmıştır.” Eflaki bunu kitabında diyor. Düşünebiliyor musunuz kin ve nefreti? 
Velhasıl-ı kelam “Ahi Evran 1261’de Kırşehir'de 93 yaşında şehit düştüğünde arkasında Ahiyan-ı,Bağciyan-ı,Gaziyan-ı ve Abdallan-ı Rum teşkilatlarını bırakmıştır. Müritleri Anadolu’nun her tarafına dağılmış bir kısmı Bizans sınırına giderek yeni bir devletin kuruluş çalışmalarına başlamıştır. Bunlardan Ahi Evran’in talebesi olan Şeyh Edebali ve yanına aldığı kişiler Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu gerçekleştirmişlerdir. Ahi Evran'ın bir diğer talebesi ise Hacı Bektaş-ı Veli’dir. Ahi Evran Kırşehir'de kahramanca ölümü beklerken müritleri görev yerlerine geçmiştir.
Selçuklu kaynaklarında Ahi Evran'ın bizim Nasrettin Hoca olarak bildiğimiz gönüllerde fıkralarıyla yer alan kişi olduğu yönünde bilgiler vardır. Kaynaklarda; Şeyh Edebalı'dan sonra, Ahi olarak onun yakını olan Şeyh Mahmut, Şemsü'd-dîn, Hasan ve Kara Halil Hayrü'ddîn adı geçer. Yine Osmanlı zamanında Ahi kökenli olarak Çandarlı Kara Halil kadı, kazasker ve vezîr olarak görev yapmıştır. Kara Halil'in ölümünden sonra oğlu ve aralıklarla, kendi kuşağından daha üç kişi vezîr olmuştur. Ahiliğin önemi Osmanlı Devleti bakımından fazladır bir ara Osmanlı Padişahı 1. Murad'ın ahî başkanlığı üstlendiği de görülür. Kuruluş döneminde ahiler babaî-bektaşî alp-erenler ve abdallar da Osmanlılara hizmet etmişlerdir. Keşke Osmanlı hep böyle Ahi Evran'ın yolundan gitse ve devşirme belasını Türk milletinin başına sarmasaydı. Osmanlı, Ahi Evran'ın yolundan gitseydi Kuyucu Murat Paşalar olmaz, Türk nüfus devşirme zulmü ile kırdırılmazdı, devşirmelik bu kadar derinleşmez ve bunca sorunu yaşamazdık.
Ahi Evran Hace Nasireddin emsalsiz bir bilim adamıdır, bir sanatkardır ve Türkmen halk hareketinin ve kalkınmasının öncülerindendir.
Ahiler 700 yıl kesintisiz devam eden derviş, gazi, akıncı beyi ve diğer adlarla devam eden devlet içinde etkin bir teşkilat olmuştur. Bu bir Türk örgütlenmesidir. Devşirmelere rağmen 600 yıl Türkleri devlet içinde ayakta tutan hem de etkin kılan güçlü bir yapı olmuştur.
Son söz olarak denilebilir ki; Ahilik Ve Ahi Evran İslam'ın ve Türk Töresini en özgün ve net örneğidir. Her ne kadar büyük bir mücadele verse de.. 13 yy. Müslüman dünyası Batıni ekollere ve sızıntı dinine teslim olmuştur. O tarihten itibaren İslam dünyasında bilimsel çalışmalar yavaşlamış, yeni merkezler tesis edilse bile bir etkisi olmamış, içtihat kapısı kapatılmıştır. İblisyanik bir komitenin yaklaşık 750 yıldır müslüman ahalinin tepesine kendi oğullarını şeyh, pir, mehdi olarak musallat ettiği hepinizin malumudur.
Bu musallat edilişin en net örneğini 15 Temmuz gecesi Fetoist zombilerin ülkemize, insanımıza ve uzunca bir süre dinimize yaptıklarını hepimiz milletçe müşahede ettik. Tarihin seyri içerisinde bu Meşayıhlığın sızıntı din bezirganlarınca sömürüldüğünün en iyi örneklerinden biri Ahi Evran - Mevlana mücadelesidir. Kendi yazdığı kitapların Kur'an olduğunu, söyledikleri sözlerin Allah'ın sözleri olduğunu, Allah ile görüştüklerini, o dönem Mevlana söylemiş; bu dönemde Fetö; Kendilerine karşı mücadele verenler bir şekilde aşağılanmış, hor görülmüş, unutturulmuş lakin bu tipler hep parlatılmış..
Kanaatimizce bunlarla mücadele zihni aklı şuuru açık müslüman olarak bir tek Türkiye ve Türkler kaldı…
O son kaleyi savunalım. 93 yaşında şehit edilen  Ahi Evran gibi.
Şüphesiz En Doğrusunu Mutlak Güç Sahibi Yüce Allah Biliyor.
1.Prof. Halil İnalcık; Devlet-i åliye isimli eserinde (İş Bankası Yayınları, 2009; 1. Cilt, sayfa 39)
2.Prof. Mikail Bayram; 'Sosyal ve Siyasal Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi' isimli kitabı
3.Menakıbü'l Arifin isimli kitapta, bağ yapmak için Türk çiftçi tutan bir dostuna şöyle diyor Mevlana:  'Efendi; bağ yapmada Rum çiftçi, bozumunda Türk çiftçi tutmak gerektir. Çünkü dünyayı imar etmek Rumlara; yıkmak ise Türklere mahsustur. (...) Konya şehri de yine merhametsiz Türk zalimlerin eliyle yıkılacaktır.'
4.Ahi Evran-Mevlana Mücadelesi-Fahrettin Öztoprak

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?